( Aynı adlı önceki yazımızın devamı. )
Egemenlik ilişkisini de ele alalım.
Kapitalist, kar elde etmek için üretim yapar. Ürettiği şeyin, insan ihtiyacını gidermesi, sadece bir zorunluluk olduğu için vardır. Yoksa kapitalist kullanım değeri üretmek istemez. Sadece değer, satılacak meta üretir, mal üretir. Cola, bir ihtiyaç mıdır ? Değil ise, onun üretiminin kapitalizm olmadan olmayacağının bilmek gerekir. Bugün, Cola birçokları için bir ihtiyaçtır. Evinizde kezzap yerine tuvalet temizliğinde kullanabileceğiniz cola, içecek olarak bir ihtiyaç görür hale gelmiştir, hatta birçok kişinin tek içeceğidir. Ve cola içmekten dolayı midesi delinen, hastalanan ve hatta ölen insanlar olduğu halde, sigaraya karşı açılan savaş ona açılmıyor.Kapitalist, daha çok kar elde etmek için, pazarda hakimiyet kurmak ister. Cola, bir pazar yaratıyor ve bu pazarın dünya çapında iki egemeni var. ( Coca Cola Company ve Pepsi Cola Company ) Ve kapitalistler, bu pazarı kontrol etmek, egemenlik altına almak isterler.
Gün gelir, bu kontrolü sağlamak için, silahlı savaşlar organize edilir.
Pazar hakimiyeti, bir yandan ideolojik proğramlarla mücadele etmeyi (reklamcılık) ve diğer yandan da şiddeti çağırır. Pazar hakimiyeti, ideoloji ve şiddet bir arada işlemeye başlar.
Bu egemenlik ilişkileri, toplumun her alanına, her hücresine sızmaya başlar.
Erkek, kadının üzerinde egemenlik(!) kurar.
O kadar ki, hayatın her alanında, her ilişkide kimin kimin üstünde egemenlik kuracağı temel sorun olur. Bu aslında bir çürümedir. Ve kendini en başta alt sınıflarda, yoksullarda, emekçilerde ortaya koyar. Erkek kadına egemen olmak ister, iş yerinde patron, işçinin nefes almasını bile denetim altına almak ister. Fabrikada patronun egemenliği altında ses çıkaramayan, sürekli aşağılanan kişi, evine gittiğinde ise, ailesini egemenlik altına almakla meşguldür. Bu egemenlik ilişkisi o kadar ki, uzaktan izlenirse, bir traji-komik filme dönüşür. Egemen erkek sonuçta sevdiğini, eşini öldürür. Egemendir ama ne egemen? Evin efendisidir, dünya onun etrafında dönmektedir, ama karşısında patronu gördü mü hemen köle pozisyonuna geçer, polisi ve devleti gördü mü, hemen susar ve kabuğuna çekilir. Ve burada kaybettiği onurunu, evinde eşine, çocuklarına karşı terör estirerek kazanmaya çalışır. Eve, sevgilisine o kadar "hakim" hale gelir ki, istediğini yaptıramaz ve sonuçta, akli melekelerini yitirmiş gibi, bir cinnet hali ile, çoluk çocuğunu öldürür. İşte size erkek egemenliği.
Okulda dayak yer, ailede dayak yer, askerde dayak yer, iş yerinde dayak yer ve sonuçta, dünya şampiyonu da olduğu için olacak, evinde karısına, çocuklarına yumruk sallar.
Aslında bu, burjuva egemenliğin yansımasıdır.
Bizim toplumumuzda, bu egemenlik, erkeklik vurgusuna biraz da "tarih" eklenmiştir. Fetih, fethetme de işin içine girmiştir. Ülkenin egemenleri, her gün bir yerleri fethederler. Fetihçi ruh, yağmacı ruh ile at başı yürümüş olduğundan olacak, insanlarımız da fetih işine çok yakın durur. Özellikle, küçük esnaf için bu fetihçi ruh, altında yağma olanağını sağladığı için çok caziptir. Bu ele geçirme, egemen güçler içinde başlar, orada ideolojik bir boyut alır, orada bir "tarihsel" derinlik kazanır ve sonra halka yansır. En temiz duygularda bile vardır bu fethetme, aşkının ilk anında bile fetihçidir. Oysa aşk daha insani bir duygudur. Fethedip de eline geçen nedir? Muhtemelen daha büyük hayal kırıklığı, daha fazla yoksulluktur.
Ama bu fetih işini, topluma bir egemen ilişki biçimi olarak, bir amaç olarak, egemenler öğretir, dayatır, yayar.
Mülkiyet meselesi de böyledir. Gerçekte mülkiyet, toplumsal normlarca onaylanmış bir hırsızlıktır. Üretim araçları, toprak vb. üzerindeki mülkiyet, hırsızlığın alasıdır. Ama gerçekte, mülk sahibi hırsızlar, ekmek çalanları cezalandırır. Halkın parasını toplayıp bankalara veren bir sistem, sonra buradan büyük çaplı tefecilik yürütür, tefecilik her alanda yaygınlaşır ve bunun adına hırsızlık demezler. Tefeci, ahlaki açıdan zaaf içinde olan olarak takdim edilir, bankacılar ise, el üstüne tutulur, saygı görür.
Gerçekte mülkiyet, özgürlüğün, insanlığın kaybedilmesi demektir. Malların, eşyaların esiri olmak demektir. Toplumdan çalınan bu mülkler, korkaklığın da, tutuculuğun da esas kaynağıdır. Elde ettiği ayrıcalıkları korumak, elindeki tüm güçleriyle insana karşı savaşmak anlamına gelir.
Mülkiyet, gerçekte büyük çaplı çürümenin de kaynağıdır. Aşkı, vicdanı, merhabasını mülkiyet haline getirme süreci böyle başlar.
Çürüme, kapitalizmin içindedir. Onun başarısızlığının değil, tam tersine başarısının sonucudur. Bu nedenle, kapitalistler, herkesi, kendine benzetmek, herkese "sermayenin değerlerini" insani değer olarak kabul ettirmek ister. Tarihi de buna göre dizayn eder, toplumu da. İnsanın doğasını değiştirmek için yaptıkları müdahelelerin nedeni budur. Yani, kapitalizmin yaşaması, insanın insan olmaktan çıkması demektir.
Kapitalizm; onurlu, soru soranı, değerleri olan insanları sevmez. Onlar, sistemin çarkının içinde öğütülmemiş oldukları için, onları düşman kabul eder. İnsani düşman kabul eden bir toplumdur kapitalizm. Sınıflı toplumların en gelişmişi, yani en insanlık dışı olanıdır.
Bu sisteme karşı savaşmak, insan olarak kalmanın tek yoludur.
Bu sisteme karşı savaşmak, çürümeye karşı savaşmaktır.
Sevgi, saygı, bağlılık,
Dostluklarla ve güzelliklerle !
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder